Bir aynanın karşısına geçip kendimize bakmaya ne zaman cesaret ettik en son? Gerçekten ama gerçekten… Saçımızı düzelttiğimiz, gömleğimizin yakasını kontrol ettiğimiz değil; gözümüzün içine bakıp “Ben ne haldeyim?” diye sorduğumuz bir anı hatırlıyor musunuz?
Zor sorular bunlar. Çünkü cevabı hep dışarda arıyoruz. Sokakta, siyasette, sosyal medyada, ekranlarda, başka insanların kusurlarında… Hep bir başkası bozdu bu düzeni. Hep öteki suçlu. Hep biz haklıyız, hep biz mağduruz. Dünya yanıyor çünkü insanlık kötüye gidiyor… Ama kim bu insanlık?
Herkesin şikayet ettiği bir “insanlık” var ama o insanlığa kimse kendini dahil etmiyor. Hatta kimse, “Belki ben de bu çarkın paslı dişlilerinden biriyim,” demiyor. Çünkü kendimize bakmak zordur. Çünkü değişmek, eleştirmekten daha fazla cesaret ister.
Sokakta yürürken yere tüküreni ayıplarız ama çöpümüzü poşetsiz sokağa bırakan bizizdir. Trafikte kurallara uymayana kızarız ama ışıkta birkaç saniye erken geçmeyi marifet sayarız. Adaleti savunuruz ama işimize gelince torpili normalleştiririz. Sosyal medyada linç ederiz; akşam yastığa başımızı koyduğumuzda vicdanımız susar.
Devir teknoloji devri diyoruz, ama ekranlarımızdan dünyayı değil sadece kendi öfkemizi izliyoruz. Modern çağın insanı, her konuda fikir sahibidir ama fikirlerinin sahibi değildir. Ezberlemiş cümleler, başkasının doğruları, paketlenmiş düşüncelerle yaşıyoruz. Sorgulamak yok, yüzleşmek yok, kendini değiştirmek yok.
Oysa Tolstoy’un dediği gibi:
“Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.”
Belki de dünyayı düzeltmeye önce kapı eşiğimizi süpürerek başlamalıyız. Belki çocuklarımıza ahlak dersini uzun nutuklarla değil, susarak ama örnek olarak vermeliyiz. Belki daha az konuşup, daha çok dinlemeliyiz. Belki de bazen başkasını değil, kendimizi susturmalıyız.
Çünkü ne zaman ki kendi içimizdeki karanlığı fark ederiz, işte o zaman başkalarının ışığını da görmeye başlarız. Ve belki de dünya, o zaman gerçekten değişmeye başlar…