Ne gürültü oldu ne bir kopuş. Sessiz, neredeyse fark edilmeyecek kadar yumuşak bir geçişti. Bir an durup baktığımda, olup biteni anlamlandıracak hevesimin kalmadığını fark ettim. Zaten uzun zamandır hiçbir şeyi anlamlandırmaya çalışmıyordum; zihnim yorulmuş, kalbim kabullenmenin ağır ama huzurlu tarafına geçmişti.
Ağladıklarım…
Özlediklerim…
Görmeye doyamadığım yüzler, avuçlarımın içinde saklar gibi büyüttüğüm anılar…
Hepsini, ince ince nakışladığım duyguların üzerine sessiz bir akşam çöktü. Ve o akşamüstünde, birden, yalnızlığımı paylaşmak istemediğimi fark ettim. Bu fark ediş ne acıttı ne de ürküttü; sadece gerçeği olduğu gibi yüzüme çarptı.
Oysa yıllarımı verdiğim sevdalar vardı.
Dağ başı kokan, yaz sabahlarının serinliğine benzeyen sevdalar…
Ah! Çocukluğumdan kalma düşlerime tutunmalarım…
Dut ağacının gölgesinde sallanan eski salıncağa usulca el salladım.
Turuncu pembe sardunyaların solgun gülüşüne, portakal çiçeklerinin taze kokusuna…
Hepsine, akşamüstü karanlığımın içinden sessizce bir veda gönderdim.
Ve tam o anda, içimde hafif bir sızı yükseldi. Kalbim, sanki yıllardır söylenmeyi bekleyen bir cümleyi nihayet dile getirdi:
“Secdede dua et.”
Ben de başımı eğdim, “Teşekkür ederim,” dedim, hem geçmişe, hem bugüne, hem de beni hâlâ ayakta tutan o ince, görünmez güce.




