Bir zamanlar ev sahibi olmak, hayatın doğal akışıydı. İnsan çalışır, birikim yapar, bir arsaya temel atar ya da bir dairenin taksitine girerdi. Bugün ise, dar gelirli bir ailenin başını sokacak bir ev edinmesi artık bir mucizeye dönüştü. Kira fiyatları uçmuş, inşaat maliyetleri roket gibi fırlamış, arsa almak hayal olmuş. Geriye kalan sadece: “Beklemek.”
Ama neyi bekliyoruz?
Maaşlarımızın bir sabah ikiye katlanmasını mı? Demir fiyatlarının düşmesini mi? Doların bir gecede 10 liraya inmesini mi? Hayır, aslında hiçbirini beklemiyoruz. Çünkü umut etmek bile yoruyor artık. İnsanlar yıllar süren emeklerinin karşılığında bir ev değil, ancak “daha az borç” sahibi olabiliyor.
Bankalar kredi musluklarını kısarken, piyasada dolaşan rakamlar gerçeklikten kopmuş durumda. 2+1 mütevazı bir daire, asgari ücretlinin 20 yıllık maaşına denk geliyor. Üstelik sadece evi almakla bitmiyor; yapı denetimi, tapu harcı, emlak vergisi, eşya derken, evin kapısından içeri girmek bile ayrı bir bütçe istiyor.
Eskiden büyüklerimiz derdi ki: “Yeter ki temelini at, zamanla örersin.” Şimdi temeli atmak için bile milyonlar gerekiyor. TOKİ’nin projelerine umut bağlayan binlerce insan, ya kurada çıkmayı bekliyor ya da ödemeleri nasıl yapacağını düşünüyor. Bu sistemde, ev alma ihtimali bile piyango kadar zor.
Devletin, belediyelerin ve ekonomi yönetiminin bu konuda gerçek ve kalıcı çözümler üretmesi şart. Aksi halde ev hayali kuran milyonlarca vatandaş için tek çıkış yolu kalıyor: Göç etmek ya da yıllarca kira ödemeye razı olmak.
Ev sahibi olmak artık sadece barınmak değil, aynı zamanda bir aidiyet duygusu, bir gelecek planı, bir çocuğun odasını tasarlamak, bir balkon hayali kurmak demek. Bu hayallerin ertelenmesi sadece konut krizini değil, bir toplumun umut birikimini de törpülüyor.
Koca bir ülkenin insanları “bir gün bir evim olur mu?” sorusuyla yaşarken, bu sorunun cevabını sadece ekonomi değil, vicdan da vermeli.