Ama “Kral Kaybederse ”ye başlarken niyetim zaten hikâyeye kapılmak değildi. Sadece oyunculuklara bakmak istedim. Halit Ergenç, Merve Dizdar, Aslıhan Gürbüz… Hepsi işini iyi yapan, kaliteli oyuncular. “Bir bakayım” dedim. Sonra fark etmeden kaldım.
Çünkü izlediğim şey, alışıldık bir dizi anlatısından çok uzaktı. Hikâye ilerledikçe, meselenin oyunculukla sınırlı olmadığını gördüm. İçeriği ağırdı ama gerçekti. Sakin ama derindi. Ve en önemlisi, insanın canına değiyordu. “Kral Kaybederse” final yapalı neredeyse bir ay oldu.
Ama ulusal medyada hâlâ konuşuluyor. Hâlâ üzerine tartışılıyor ve yorumlar yapılıyor. Çünkü bu bir “dizi bitti” hali değil. Bu, insanın kendine dönüp bakma hâli. Bu hikâyenin temelinde, başarılı psikiyatrist ve yazar Gülseren Budayıcıoğlu’nun gerçek bir yaşamdan yola çıkarak kaleme aldığı son kitabı var. İnsan ilişkilerini, kader kavramını ve geçmişin bugünü nasıl şekillendirdiğini öyle ustalıkla anlatıyor ki, okurken merakınızı bir an olsun yitirmiyorsunuz. Kitap sizi içine alıyor; bir noktadan sonra başkasının hikâyesini değil, kendi hayatınıza ait izleri takip etmeye başlıyorsunuz. Dizi de bunu yaptı.
Kenan Baran’ın yaşadığı çöküş, bir kralın kaybı değildi. Geçmişiyle yüzleşemeyen bir insanın bugünde sıkışıp kalışıydı. Halit Ergenç’in olağanüstü performansı ile ekranda izlediğimiz şey; gücün, başarının ve statünün ardına gizlenmiş derin bir boşluktu. Aslında bir kralın çöküşü değildi gördüğümüz; insanın kendine yenilişiydi. Ama her çöküşün içinde bir ihtimal gizlidir: Kalkmak… yeniden başlamak… affetmek… Kendimizi. Hayat bazen hepimize diz çöktürür, ama insanı insan yapan şey tam da bu değil midir? Karanlığın içinde bile bir ışık arayabilmek.
Budayıcıoğlu’nun kitaplarında sıkça vurguladığı gibi, geçmiş sandığımız kadar geride değildir. Çocukluk, bastırılan duygular, söylenemeyen sözler… Hepsi bugünün tam ortasında durur. Ve fark edilmediğinde kader dediğimiz şeyi şekillendirir.
Belki de bu yüzden dizi bu kadar etkili oldu. Çünkü “Kader”i soyut bir kavram gibi anlatmadı. Aksine, kaderin çoğu zaman kendi seçimlerimiz, suskunluklarımız ve yüzleşemediğimiz yaralarla örüldüğünü gösterdi.
Merve Dizdar’ın Fadi’si, hikâyenin en insani yeriydi. Sertleşen dünyada hâlâ iyi kalabilmenin mümkün olduğunu fısıldadı. Merhameti, Şefkati, İnsana değmeyi. Çünkü aslında hepimizin ihtiyacı bu değil mi? Birinin “ ben buradayım” deyip elini uzatması.
Aslıhan Gürbüz’ün Handan’ı ise sessiz acıların sembolüydü. Bağırmadan, kırmadan ama derinden… Bazen en büyük acıların en sakin yüzlerde saklandığını gösterdi.
Ve belki de en kıymetli yanı şuydu: Dizi tam zamanında bitti. Mesajını verdi. Söyleyeceğini söyledi ekran karardı. İçimizde bir şeyler aydınlandı. Fark ettik ki; Hepimiz bir yerlerde kaybediyoruz. Hepimiz bir yerlerde yaralıyız. Ve geçmişimizle yüzleşmeden geleceğe yürümek mümkün değil.
Belki de bu yüzden hâlâ konuşuluyor bu dizi. Çünkü umut, bu hikâyede büyük sözlerle değil; küçük fısıltılarla vardı. Bir bakışta, bir sarılışta, bir affedişte… Bir kral kaybedebilir… Ama insanlığını unutmayan bir toplum asla kaybetmez. İçimizdeki insanı hatırladığımız her anda umuda da biraz daha yaklaşmış oluyoruz. Belki de bundan sonrasında hepimize düşen şey şu: Birbirimizin yarasını büyütmek yerine, bir damla merhem olabilmek. Çünkü bazen bir toplumun değişimi büyük adımlarla değil, küçük bir insanlık hareketiyle başlar.
Evet belki de uzun zamandır ilk kez, kendimize bu kadar yakından baktık. Çünkü insan, fark ettiği anda yeniden başlar. O gece sadece bir dizi kapanmadı; içimizde bir kapı aralandı. Belki de hepimizin hayatında uzun zamandır ilk kez, kendimize bu kadar yakından bakma fırsatı oldu. Ve bu bakış bize şunu fısıldadı: Yeniden başlamak için her zaman bir umut vardır. Ve insan, hatırladığı sürece kaybetmez.