Düşünün… İnsanlığın binlerce yıllık yürüyüşünde, en büyük kaybımız neydi?
Bilim mi, sanat mı, inanç mı?
Hayır. En büyük kaybımız ahlakın anlamını yitirmemizdir.
Platon, bundan iki bin beş yüz yıl önce, insanın iç dünyasında bir düzen ve uyum hayal etti. Ona göre insan, üç parçadan oluşan bir ruhun taşıyıcısıydı:
Akıl, doğruyu görür;
İrade, doğruyu savunur;
Arzu, yaşamın hazzını isterdi.
Ama işte kusursuz ahlak, bu üç gücün birinin diğerine boyun eğmesiyle değil, uyum içinde dans etmesiyle mümkündü. Bugünse insan, kendi içindeki bu orkestrayı dağıttı.
Aklın sesi, hazzın gürültüsünde boğuldu.
İradenin kararlılığı, menfaatin esaretinde çöktü.
Ve “ahlak”, artık bir kelimeden ibaret kaldı; tıpkı bir zamanlar “erdem”in yerini “başarı”nın aldığı gibi…
Platon’un “kusursuz ahlaklı insanı”, sadece kendi iyiliğini arayan biri değildi. O, ruhunun düzenini kurarak evrenin düzenine katılan insandı.
İyiliği, Allah korkusuyla değil, bilgelik sevgisiyle yaşardı..
Doğruyu bilmek, onun için inanmak kadar kutsaldı.
Bu yüzden Platon, bilgeliği sadece bilmek değil, ahlaklı olmak sanatı olarak tanımladı.
Bugünün insanıysa, her şeyi biliyor ama hiçbir şeyin bilgeliğine sahip değil.
Her gün biraz daha fazla öğreniyor ama biraz daha az anlıyor.
İçinde adaletin sesi kısılmış, ölçülülüğün terazisi kırılmış, cesaretin anlamı değişmiş.
Ve biz, bu çağın insanları, kendimizi kaybettiğimiz hâlde hâlâ “ben” diyoruz.
Oysa Platon’un kusursuz insanı, “ben” değil, “denge” diyordu.
Bedenle ruhun, arzu ile aklın, birey ile toplumun dengesini…
İyinin peşinde yürüyen insanın sessiz ama görkemli yolculuğunu…
Belki de bugünün en büyük felsefi devrimi, Platon’un iki bin yıl önce fısıldadığı o cümlede gizli: “Erdem, ruhun düzenidir.”
Ve belki de yeniden ahlaklı olmanın yolu, bilgiye değil, bilgelikle yaşama cesaretinden geçer.